ÇOĞU ZAMAN
ÇOĞU ZAMAN
Eş dost sohbetlerinde kimi yerde lafa çoğu zaman diye başlarız. Mesela çalışma hastası biri hangi işi yapıyorsa şöyle der çoğu zaman yemek yemeğe bile fırsat bulamıyorum. Kendini işe vermişliğin bir sendromudur bu aslında. Kişi sürmenaj olmuştur. Farkında değildir. Ev ve iş yeri arasında yaşanan git geller hiç farkında olmadan onu hayattan koparmıştır. Bazı şeylerden zevk almaya başlamamıştır farkında olmaz. Mesela sosyal hayattın kopma gibi. Eş dostla sohbet etmek çay kahve içmek yemek yemek gibi. Çoğu zaman bizlerde bu tip insanlara fazlasıyla rastlarız. Etrafınıza şöyle bir bakın o tipleri hemen fark edersiniz. Aslında aşırı çalışmak hiçte sağlıklı değildir. Önce ruh sağlığınız bozulur arkasından diğerleri peşi sıra gelir. İşine gömülmüş eş dost içeresinden her kim varsa onlara çoğu zaman “Memleketi sen mi kurtaracaksın” deriz. Buğulu kimi zamanda kan çanağına dönmüş gözlerle size bakar. Donuk bakışlarından aslında onunda ne kadar mutsuz olduğunu anlarsınız da huylu huyundan vazgeçmez.
PEKİ NE YAPMALI
İnsanın yirmi dört saatini ele alalım. Sekiz saat uyursunuz sekiz saat çalışırsınız sekiz saatte dinlenirsiniz. Mesela işe başladığımız da bir yemek molası verirsiniz bu bir saattir. O zaman içerisinde eş dostla sohbet eder, işinizin stresinden bir süreliğine de olsa kurtulur adeta bir kaçamak yapmış olursunuz. O kaçamaklar her zaman heyecan vericidir. Sonra işin içerisine yedi saatlik dinle süresi gelir. Bu aslında uzun bir zaman dilimi olarak gözükse de vücudun bir sonraki güne kendine gelmesi ve toparlanması adına önemlidir. Peki kardeşim insan hiç fazla çalışmayacak mı. Mesai denen bir şey var. Evet aynen öyle. Ama bakın onun bile çok ekstra haller dışında dilimi üç saatle sınırlanmış. Farklı bir şey daha söyleyeyim. Hani biz dini ve milli bayramlar kutlarız. Onlar her ne kadar bizim için manevi anlamda son derece önemliyse de aslında o günler tam da dinlenme günleridir. İşte hayatımızı bu nizam içerisinde sürdürürken o sekiz saatlik dinlenme anını dolu dolu yaşamakta bizim elimizde. O süre içerisinde cemiyet hayatında var olmak ruh ve beden sağlığı adına önemlidir. O süre içerisinde kimi zamanları sinema ve tiyatroya gitmek gibi önemli aktivitelere de ayırmak mümkündür. Eş dostla sohbet etmek belki kısa mesafeli bir seyahat belki bir koroda her hangi bir enstrüman çalmak. Şarkı söylemek hatta bölgesel bir tiyatroda rol almak bir insanın sosyalleşmesi adına da son derece önemlidir. Bütün bunları kazandığımız takdirde ruh ve beden sağlığı olarak geleceğimiz olumlu noktalar daha verimlilik adına hem yaptığımız iş hem de ülkemiz adına son derece önemli olacaktır.
Baş Başa Yemek
Nasreddin Hoca gün boyu gelenden gidenden, sorandan sual edenden yorgun düşmüş. Eve gelip sofraya oturduklarında karısına:
– Hatun, demiş, çıkar şu yazmayı başından!
Karısı, yazmayı çıkarmış ama sormadan da edememiş:
– Efendi, demiş, bayram değil seyran değil, baş başa yemek yiyoruz, nerden icap etti şimdi bu?
O günkü kalabalığın uğultusu hâlâ kulaklarında olan Hoca:
– Bak hatun, demiş, sen yazmayı çıkardın melekler kaçtı, ben “Bismillah” dedim şeytanlar kaçtı; şimdi baş başa bir yemek yiyelim!
Kendi Kulağını Isırmak
Hikâye bu ya, Hoca’nın kadılığında iki adam kulak davası için Hoca’nın huzuruna gelmiş. Adamlardan birinin kulağı ısırılmış ama kimin ısırdığı belli değil. Birisi diğerinin kulağını ısırdığını, hakkını alması gerektiğini iddia ediyormuş. Diğeri ise:
– Hayır, Hocam, diyormuş, o kendi kulağını ısırdı.
Diğeri ise isyan ediyormuş:
– İnsan kendi kulağını nasıl ısırsın?
Nasreddin Hoca, kimin kulağını kimin ısırdığına karar vermek için davayı ertesi güne ertelemiş. Eve gittiğinde gündüzki kulak davası hatırına gelmiş. Bir eliyle kulağını tutup ısırmaya çalışmış. Yok bu kulağı yok öbür kulağı derken dengesini kaybedip yuvarlanmış. Ertesi gün kaşı gözü kan revan içinde mahkemeye gelmiş. Herifler geldiğinde kulağı ısınlmış olana:
– Evladım demiş, boşuna uğraşma, insan bırak kendi kulağını ısırmayı, kafasını bile yer!
Ya Şimdi Minarede
Olsaydım!
Hoca eşeğe binmiş, Akşehir’den Konya’ya giderken, öyle şiddetli bir yer sarsıntısı olmuş ki Hoca hemen eşekten indiği gibi secdeye kapanmış. Sebebini soran yol arkadaşına, Allah’a şükrederek karşılık vermiş:
– Ya şimdi minarede olsaydım!
Sen Seçtin
Bir gün Hoca, eşeğine binmiş, Akşehir’in uzağındaki bir köye gitmeye niyetlenmiş. Niyetlenmiş ama allayıp pulladığı, her daim nazladığı eşeği, yoldaki eşek terslerini koklamaktan bir türlü ilerlemiyormuş. Yolun bir sağ yanına bir sol yanına derken, Hoca’ya çekmedik çile bırakmamış. Bari yol kenarındaki otlara boyun uzatsa, Hoca gam yemeyecek.
Hoca, indiği gibi, eşeğin kokladığı pisliklerden hayvanın torbasına doldurmuş. Bir ağaca bağlayıp torbayı da eşeğin boynuna takmış. Takmış ama, her defasında eşek torbayı boynundan fırlatıp atıyor. Hoca eşeğe kükremiş:
– Seni gidi köftehor, yemeğini sen seçtin, ne diye yemiyorsun!
Sana Göre Hava Hoş
Uyku tutmadığı bir gece, Hocayla karısı, camın önünde dışarıyı seyrederken, iki hırsızın kapı önünde dolandığını görmüşler. Hoca kulak kesilince duyduğundan dehşete kapılmış; tüyleri diken diken olmuş. Adamlar sesli sesli plan yapıyormuş:
– Şimdi kapıyı çilingirle açarız, sen Hoca’yı hançerle öldürürsün, ben kansının ağzını bağlarım, oğlağı bir güzel afiyetle yeriz, yükte hafif pahada ağır ne varsa, kadınla birlikte götürürüz…
Bu fısıldaşmayı duyan Hoca yüksek perdeden öksürünce hırsızlar kaçmış. Karısı:
– Ne o Hoca, demiş, korkudan öksürük mü tuttu?
– Sana göre hava hoş, demiş, Hoca, olan oğlakla bana olacaktı?