Bazen bir rakam, sadece bir rakam değildir. 28.000 TL, kağıdın üzerinde iyi görünmek için yan yana dizilmiş birkaç hane değil artık; bu ülkede milyonların yüreğinde yankılanan sessiz bir çığlık. Öyle bir çığlık ki, gecenin ayazında, market raflarının metalik soğukluğunda, doğalgaz faturasının köşesinde, çocuğun okul servisi ücretinde, kira sözleşmesinin ince yazılarında, hatta insanın kendi vicdanında bile duyuluyor. Fizandan duyanın olduğu söylenir; bu sesin nerelere kadar gittiğini bilmiyoruz ama şurası kesin: evlerin içine, mutfakların buğusuna, yorgun ellerin nasırına çoktan ulaştı.
Avrupa'da böylesi bir tablo var mı, yok mu; tartışılabilir. Ama bizde gerçek, tartışmaya kapalı: bu ücretle yaşayanlar, sadece yaşayabilenler değil; yaşamakla hayatta kalmak arasına sıkışanlar. Nüfusun yarısından fazlası, asgari ücretin çizdiği dar yolda yürümeye mahkûm edildikçe, geri kalanlar da bir tık üstünde, o dar yolun kenar taşlarına takıla takıla ilerliyor. Ücretin adı asgari ama hikâyenin adı kader olmuş gibi: herkes, aynı çarkın farklı dişlerinde, aynı hızda dönüyor.
Asgari ücrete zam geldiğinde, ilk sevinen kim? Bir an için, o ilk bildirim düşerken telefon ekranında, gözler parlıyor. Sonra aynı gözler, ertesi sabah market raflarında yeni etiketlerle buluşuyor. Zamlı maaşı cebine koymadan, zamlı ürünü sepete koyuyor insan; eşitleniyor tüm duygular, yer değiştiriyor umut ile endişe. Yeni yılın takvim yaprakları değişirken, elektrik, doğalgaz, su, ulaşım, kira… hepsi tek tek yeni değerini buluyor. Bir maaş, daha el değmemişken, bir fatura kadar küçülüyor.
Peki bir aile bu parayla nasıl geçinecek? Bu sorunun cevabı, sadece hesap makinesinde saklı değil. Bu sorunun cevabı, sabahın köründe servise yetişen çocukta, akşam yemekleri sadeleşirken sessizleşen sofrada, pazar filesi yarım doldurulurken duyulan iç çekişte saklı. Herkesin kendince kurduğu yöntemler, minik formüller, atlatma taktikleri var: daha az tüket, daha az ısın, daha az gez, daha az heveslen. Ama insan, bu kadar "az"ın içinde, "insan" kalmayı nasıl sürdürecek? Bütçeyi dengelemek kolay; ruhu dengelemek zor.
2026'ya doğru ağır ağır yürürken, akıllardan aynı soru geçiyor: nasıl geçecek? Mahalle bakkalının veresiye defterindeki çizgiler büyüdükçe mi? Hanelerin içindeki sessiz tartışmalar uzadıkça mı? Yoksa kimse kimseyi kırmadan, herkes içinden kırılarak mı? Yeni yıl umut olmak için gelir normalde; bizde, umut önce tartıya çıkıyor, sonra fişin altında küçülüyor. Fark etmeden bir alışkanlık ediniyoruz: umut etmek yerine "idare etmek." İdare etmek, bir halkın en büyük yorgunluğudur. İnsan yalnızca bütçeyi değil, duygularını da idare etmeye kalkınca, bir gün hisseder: omuzları değil, içi çökmüş.
Asgari ücreti belirleyenler, elbette bir formül biliyor. O formül, satırlarda düzenli duruyor ama satır aralarında dağılıyor. Çünkü rakamlar karnı doyurmuyor; çünkü tablolar çocukların gözüne bakmıyor; çünkü çizelgeler bir annenin "bu ay da dayanırız" derken yutkunmasını duymuyor. Asgari ücret, artık bir ekonomik veri değil; bir toplumsal duygu. Ücretin adı, toplumun ruh haline dönüşmüş durumda. Bunu görmek için büyük raporlara ihtiyaç yok; küçük mutfakların küçük masalarına bir akşam oturmak yetiyor.
Oysa insan, bir hayatı yalnızca sürdürmek için yaşamaz. Bir akşam gönlünce çay içmek, çocuğuna sürpriz bir kitap almak, sevdiklerine iki durak fazla gitmek, bir hafta sonu daha sıcak bir evde üşümemek… bunlar lüks değil; bunlar insanın hakkı. Bu hak, asgari ücretin cümleleri arasında kaybolmamalı. Çünkü hak, "hakkıyla" yaşanmadıkça, toplumun kalp atışı yavaşlar. Bir ülkenin nabzı, en yoksulun kapısında atar; o nabız zayıflarsa, kimse güvende değildir.
Bir de sormak gerekiyor: bu sessiz çığlığı duyan var mı? Duyan, yalnızca duymakla kalmasın. Çığlık duyulduğunda, cevap bekler. Cevap, sadece yeni bir rakam değil; yeni bir bakış, yeni bir adalet, yeni bir ölçü. Ücreti asgari olmaktan çıkarıp, yaşamı "insani" kılacak cesur kararlar… Emeğin değerini, insanın haysiyetini, sofranın bereketini, evin ısısını yeniden hatırlatan irade… Bunlar olmadan, her zam bir sonraki zammı çağıracak; her yıl, bir önceki yılın yorgunluğunu omuzlarına yükleyecek.
Belki bugün mutlu değil kimse. Belki umut, kapının önünde biraz üşüyor. Ama umut, insana benzer: çağrıldığında gelir, paylaşıldığında büyür. 28.000 TL'nin çizdiği sınırları, birbirimize omuz vererek aşamasak da; o sınırların içindeki duvarları birlikte inceltebiliriz. Sözün gücüyle, dayanışmanın sıcaklığıyla, hak talebinin kararlılığıyla. Çünkü bu ülkenin en güzel cümlesi hâlâ geçerli: "Biz" demek, yalnızca bir kelime değil; yoksulluğun karşısında en güçlü ihtimal.
Sessiz çığlık büyüyor; duyduk. Şimdi, duyduğumuzu belli etme zamanı. Çünkü bir ülkenin geleceği, bütçelerin dipnotlarında değil, birbirimizin sesini duyabilme cesaretinde yazılıyor.
*Vecdi ŞENEMRE