Ülkede “düzgün giden ne var?” diye sorduğunda, insanın diline bir süre sessizlik çöker. Çünkü bazı cümlelerin ağırlığı, suskunlukta daha iyi duyulur. Sağlıkta, eğitimde, ekonomide; gündelik hayatın en küçük ayrıntısına kadar yayılan bir yorgunluk var. Kapı eşiğinde bekleyen randevu ekranları, ilk tınısını daha bağlanmadan veren klavye tıkırtıları, market raflarında her gün bir yenisi eklenen etiketler… Takvim yaprağı değişiyor; fiyatlar da peşi sıra, aynı hızla, aynı inatla.
Birçok insan hastane randevusu almak için sabahı bekliyor; sisteme düşen tek bir boşluk, onlarca kişinin umudu oluyor. Sağlık, en temel hakkımız, bir rekabet koşusuna dönüşüyor; kim daha hızlı tıklarsa o kazanıyor gibi. O arada aciliyet, ihtiyaç, insani olanın kırılganlığı ekrandaki “uygun randevu yok” cümlesinde saklanıyor. Eğitim, çocukların omuzlarına erken yaşta yüklenen ağır çantalar ve ödev yığınlarıyla evin içine taşan bir mesaie dönüşüyor. Çocukluk; oyunla, merakla, keşifle büyümek yerine, sanki bir müfredatın dar koridorlarına sıkışıyor. Yetişkinler ise akşamları, çocukların defterlerine eğilirken hesap kitap yapmayı da unutmuyor: faturalar, kira, mutfak, yol, okul masrafı… Hepsi birer satır; ay sonu gelmeden dolan bir sütun.
Ekonomi, bütün bu hikâyenin çatısı. Asgari ücretin kağıt üzerindeki artışı, daha hesaba yatmadan parçalanmaya başlıyor; pasaporttan ehliyete, nüfus cüzdanından defter ve harç bedellerine, yeni yılın ilk gününde zammın sahaya indiğini fark ediyoruz. Maaş daha gelmeden erimeye başlıyor; zam, bordroya değil, gündelik hayata önce ulaşıyor. Barınma ve hayatta kalma ilk sıraya yerleşince, diğer ihtiyaçlar beklemeyi öğreniyor. Bekleyen her ihtiyaç, esnafın vitrininde soluk bir ışık oluyor; ertelenen her alışveriş, piyasanın nabzını yavaşlatıyor. Düğün erteleniyor, seyahat erteleniyor, bakım erteleniyor; gündelik hayat, “şimdilik”e sıkışıyor.
Bu tabloyu asıl ağırlaştıran, çok geniş bir kesimin asgari ücretle yaşaması. Yani bu tartışma, yalnızca bir kalem oynatma değil; milyonların sofrasına, sobasına, geleceğine dokunan bir mesele. Ücret sabit kaldıkça, fiyatlar yükseldikçe, bütçenin en zayıf halkası hızla kopma noktasına geliyor. Ay sonunu görmek için yapılan küçük hesaplar, giderek büyük fedakârlıklara dönüşüyor. İnsan, bir şeylerden vazgeçerek tutunmaya çalışıyor; ama vazgeçmek de bir yere kadar. Çünkü vazgeçtikçe, hayat küçülüyor; hayaller daralıyor.
Yeni yıl geldiğinde, umut her şeye rağmen kendine yer açar. Çünkü umut, matematiği bozan bir duygudur; eldeki veriler ne derse desin, insan kalbi bir çıkış arar. Dileriz ki gelecek yıl, bugünü bize mumla aratmasın. Dileriz ki “geçinmek” kelimesi, bir yaşam stratejisi değil, sıradan bir eylem olarak kalsın. Dileriz ki randevu ekranları bekleyen elin sabrını ödüllendirsin; çocuklar ödev yükünden çok merakın peşine düşsün; maaş, bordroda değil, mutfakta karşılığını bulsun.
Bir ülke, yürüyüşünü vatandaşının adımına borçlu. Adımlar yorulduğunda, yollar da yorulur. Ama yol denilen şey, bazen yalnızca yön değiştirmekle açılır. Bugün gördüğümüz zorluk, birinden diğerine uzanan bir halkadır; her halka güçlendikçe, zincir kopmaz. Umut, inatçı ve ısrarcıdır. Belki bugünün gölgesi ağır; ama yarın, doğru sözle, doğru işle, doğru dayanışmayla hafifleyebilir. Ve belki o zaman, “düzgün giden ne var?” sorusunu soran ses, kendi kendine gülümser: “Hayat.”
Sağlıcakla kalın…
*Vecdi ŞENEMRE


